YAZARLAR

Tümü

"Dünya'nın varoluş mücadelesi"

(4 Ay, 23 Gün önce)
Jean-François BECKER- Gezegenimizde, dört bir yanda iklim değişiklikleri, doğal felaketler ve daha önce görülmemiş olaylar yaşanıyor. Kimileri bu olayları dini referanslarla açıklarken, kimileri de sanayileşme ve insan faaliyetlerinin neden olduğu küresel ısınmanın bilimsel sonuçlarına bağlıyor.

 

 

Bu değişimlerin ortasında, insanlar hayatta kalmaya çalışıyor. Yerlerinden edilen nüfuslar giderek artıyor. Göçlerin tetiklediği olağan dışı durumlar, birçok ülkede siyasetçilerin kısa vadeli popülist politikalar üretmesine yol açıyor. Bu durum, dünyadaki birçok politik değişimin temel nedenlerinden biri.  

 

Peki, bu değişimlerle birlikte yeni bir dünya düzenine mi geçiyoruz? Bu sorunun cevabını ararken, bugünün karmaşasını anlamak için geçmişe bakmamız gerekiyor. 20. yüzyıl boyunca, dünya iki ana blok arasında bölünmüştü: Batı Bloku (kapitalizm ve emperyalizm) ve Doğu Bloku (sosyalizm). Ancak 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, bu ideolojik kutuplaşma sona erdi. Sosyalist blok çözüldü, Çin ise devlet kapitalizmiyle yönetilen bir ekonomik dev haline geldi.  

 

Bugün, Batı (ABD ve Avrupa Birliği) hâlâ dünyanın lideri olduğunu iddia ediyor. Ancak Çin’in hızlı ekonomik yükselişi, belki Hindistan’ı, Asya’nın geri kalanını, Rusya’yı ve hatta Afrika’yı da yanına alarak güç dengelerini önemli ölçüde değiştirme potansiyeli taşıyor. Artık ideolojik bir mücadele yok, çünkü kapitalizm her yerde hüküm sürüyor. Tüketim toplumu, dünyanın her köşesini sarmış durumda.

  

Dünya çapındaki çatışmalara baktığımızda ise, özellikle Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başlayan savaş, ülkelerin pozisyonlarının nasıl şekillendiğini açıkça gösteriyor. Bir yanda Rusya, Çin, Hindistan ve İran gibi ülkelerin oluşturduğu bir "Doğu", diğer yanda ABD ve Avrupa Biliği liderliğindeki Batı. NATO (1949’da kuruldu) ile Şanghay İşbirliği Örgütü (2001’de kuruldu) arasında belirgin bir rekabet mevcut. Ancak bu bloklar, pragmatizme dayalı fırsat politikaları nedeniyle zaman zaman birbirlerine bağımlı hale geliyor.  

 

Bu güç mücadeleleri içinde, halklar özgürlük talep ediyor ve gezegenin geleceği, özellikle gençler için büyük bir endişe kaynağı.
 Michel Berger ve France Gall’in dediği gibi:  
“Her şeyde acı bir tat var,  
Bir toz tadı,  
Ve her yerde bizi takip eden öfke,  
Bazı sessizlikler çok şey anlatıyor…”  

 

Bu bağlamda, yeni bir dünya düzeni şekilleniyor gibi görünüyor. Bu düzenin temelinde, kültürel, ekonomik ve coğrafi çıkarlar üzerinden oluşturulan topluluklar yer alabilir. Ancak dini veya ideolojik bir temele dayalı yeni kutuplaşmaların, küresel kapitalist sistem nedeniyle sürdürülebilir olması pek olası görünmüyor. Kapitalizm, neredeyse tüm medeniyetlere kök salmış durumda.  

 

Bugün dünya düzenini şekillendiren mevcut uluslararası kurumlar, maalesef işlevlerini tam anlamıyla yerine getiremiyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler (BM), yıllardır İsrail’in Filistin işgaline ilişkin yaptırımlar uygulama kararı alıyor, ancak sonuç alınamıyor. Yine, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i savaş suçlarından dolayı mahkûm etti, fakat bu kararın uygulanabilirliği yok.  

 

Bu durum, uluslararası kurumların kredibilitesini sorgulatıyor. Bu kurumların bağımsız ve etkili olabilmesi için liderlerinin halk tarafından seçilmesi gibi yenilikçi adımlara ihtiyaç var. İnsan hakları ve demokrasi, bu kurumların merkezinde yer almalı.    

 

Yeni bir dünya düzeni, geçmişin mirasını görmezden gelmemeli. Çeşitliliği kucaklayan, çok kültürlü bir toplum modeline ihtiyacımız var. Eski medeniyetlerin (Firavunlar, Hititler, Sümerler, Antik Yunan, Roma, Osmanlı) bıraktığı izler, bu çeşitliliğin değerini anlamamız için birer rehber.  

 

Bir ulusun temeli, birlikte yaşama iradesine dayanır. Farklı diller, dinler, kültürler ve kökenler, bir ulusun zenginliğidir. Bu çeşitliliği kabul eden, baskıcı olmayan bir toplum modeli inşa etmek mümkündür. 
Jean-Jacques Rousseau’nun dediği gibi:  
“İnsan doğası gereği iyidir; onu yozlaştıran toplumdur.”  

 

O halde, farklılıklarımıza saygı duyarak, bir arada yaşamayı öğrenmeliyiz. 
Khalil Gibran’ın dediği gibi:  
“Dünya benim vatanım, insanlık benim ailemdir.”  

 

Son olarak, Albert Einstein’ın şu sözleri bize yol gösterici olabilir:  
“İnsan, evren dediğimiz bütüne ait bir parçadır. Kendi düşüncelerini ve duygularını diğerlerinden ayrı görmesi, bir tür optik yanılsamadır. Bu yanılsama, bizi arzularımıza ve birkaç kişiye duyduğumuz sevgiye hapseder. Görevimiz, bu hapisten kurtulmak ve tüm canlıları ve doğayı kucaklayan bir şefkat çemberi yaratmaktır.”


İSTANBUL
EURO
39.7179
DOLAR
36.5387
ARŞİV