İrem KABATAŞ
Türkiye'deki Polonez Gıda işçileri ise sendikal haklarını kullanmanın bedelini işten çıkarılarak ödedi. İşçilerin seslerini duyurmak amacıyla Ankara'ya yürüyüşü, devletin baskı aygıtlarının engellemeleriyle karşılaştı. Adliye önünde beyaz kefenlerle süren bu mücadele, sadece bir işçi hakları sorunu değil, aynı zamanda Türkiye'deki sınıf mücadelesinin en keskin örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Çevik kuvvet ekipleri, işçilerin anayasal haklarını kullanmalarını engellerken; Polonez işçileri ile halkçı
Hukukçular, yürüyüşün engellenmesi nedeniyle İstanbul Valisi Davut Gül, İstanbul Emniyet Müdürü Selami Yıldız ve Çatalca İlçe Emniyet Müdürü Ali Osman Turhan hakkında "görevi kötüye kullanma" ve "kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle hürriyeti tahdit" suçlarından Çatalca Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. İşçilerin açlık grevi ve barikatlar arasındaki bekleyişi, sistemin adaletsizliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Halkçı Hukukçular tarafından yapılan şikayet, adaletin yalnızca mahkeme koridorlarında değil, sokaklarda da aranması gerektiğini hatırlatıyor.
Burada bir an durup düşünmek gerek… Türkiye'deki bu tablo, sadece kapitalizmin değil, aynı zamanda otoriter bir yönetim anlayışının bizlere tezahürüdür. Her fırsatta "yerli ve milli" söylemleriyle halkı kandıran hükümetin, aslında uluslararası sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir aygıta dönüştüğünü görmek zor değil. Yerli ve milli her şeyi satıp ülkeyi neredeyse tamamen dışa bağımlı hale getirdikten sonra tersini yapıyor gibi görünmek oldukça ironik. Polonez işçileri örneğinde olduğu gibi, sendikal hakların gasp edilmesi, anayasal hakların yok sayılması ve işçilerin fiziksel ve psikolojik baskıyla yıldırılmaya çalışılması, bu sistemin değişmesi gerektiğini bir kez daha gösteriyor.
Bu iki olayda öne çıkan ortak payda, sermayenin çıkarlarına hizmet eden politikalara karşı Dünyanın her yerinde emekçilerin adalet ve hak talebi. Yine de Türkiye örneğinde, devletin doğrudan sermaye çıkarlarını koruyan bir baskı aygıtına dönüştüğünü açıkça görmek mümkün. Londra’da "kamu hizmetleri için daha fazla kaynak yaratılması" gerekçesiyle başlatılan düzenlemeler tartışılırken, Türkiye’de değil hakların korunmasının tartışılması, düşünülmesi bile yasak. Burada asıl mesele, bu düzenin elbette sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde emekçileri ezmeye devam etmesidir.
Burada emekçiler, sadece ekonomik baskıyla değil, aynı zamanda politik baskı ve toplumsal sindirme ile de karşı karşıya. Polonez işçileri üzerinden yürütülen bu mücadele, neoliberal politikaların sadece bir sonucu değil, aynı zamanda işçi sınıfının hak taleplerine yönelik sistematik bir saldırının parçası. Ürdünlü patron, Polonez işçilerini tazminat ödememek için hırsızlık gibi ağır ve mesnetsiz iddialarla işten çıkarmış; oysa asıl sebep, yasal bir hak olan sendikalaşma mücadelesiydi. Ben de bu noktada soruyorum: Bu sistemin bu şekilde devam etmesine daha ne kadar izin vereceğiz? Emekçilerin taleplerini görmezden gelen bir düzeni ne kadar daha taşıyabiliriz?
Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil; sokaklarda, tarlalarda ve fabrikalarda aranıyor. Bu nedenle her iki olayda da verilen mesaj net: Hakkını aramaktan vazgeçmeyen emekçiler, tarih boyunca ezilmedikleri gibi bugün de pes etmeyecek. İşçilerin mücadelesi, baskı mekanizmalarının yoğunluğu ve sendikal hakların yok edilmesi karşısında daha fazla dayanışma ve uluslararası desteği gerektirse de çark elbet bizim tarafımıza dönecektir. Türkiye’de, egemen sınıfın devleti yönetiminin hakim olduğunu ve kurulduğu günden beri yoksulların kanını emerek ayakta kaldığını söylersek haksız olmayız. Kapitalizmin baskıcı yüzü her coğrafyada farklı şekillerde ortaya çıksa da çözüm her zaman emekçilerin dayanışmasında yatıyor.