Eren ATEŞ
Uğur Mumcu, Türkiye’nin karanlık köşelerine ışık tutan bir gazeteciydi fakat ne yazık ki, onun suikaste kurban gitmesi, bu ülkenin tarihteki en derin yaralardan birinin açılmasına yol açtı.
Uğur Mumcu, halkına gerçekleri anlatan bir insandı. Adaletin, özgürlüğün ve demokrasinin savunucusuydu. Yaşamı boyunca yazdıkları, halkın bilinçlenmesine, devletin gizlediği çürümüş yapıları ve kirli ilişkileri açığa çıkarmaya yönelikti. Ne var ki, bu mücadelesi, Türkiye’nin karanlık güçleri için bir tehdit oluşturdu ve 24 Ocak’ta bir bombanın patlamasıyla son buldu. Uğur Mumcu, Ankara’daki Karlı Sokak’ta bulunan evinin önünde, arabasına yerleştirilen bombanın patlamasıyla hayatını kaybetti. O bomba, gerçekleri söyleyen sesi susturma kararlılığını simgeliyordu.
Olayın hemen ardından yapılan incelemeler, bir başka gerçeği ortaya koydu: Olay yerinde hiçbir delil bulunamadı. Patlamanın ardından etrafa yayılan kanıtlar, bir süpürgeyle süpürülüp yok edildi. Her şey çok netti; bu, bir devletin kendi halkına verdiği sözleri tutmak yerine, bir cinayeti örtbas etme çabasıydı. Suikastin çözülmesi gerektiği yönünde dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’in verdikleri “namus sözü”ne rağmen, yıllar geçti ve katiller bir türlü yakalanamadı. Bu, Türkiye’deki adaletin çürümüşlüğünü, devletin gerçekleri gizlemeye çalıştığını gözler önüne serdi.
Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, yalnızca bir gazeteciyi susturmakla kalmadı bu, bir ülkenin özünden, halkın özgür düşünceye sahip çıkma iradesine yönelik yapılmış bir saldırıydı. Türkiye’nin derin yapıları, halkın bilmesi gereken her şeyi gizlemek, gerçeklerin üstünü örtmek için her yolu mubah sayar hâle geldi. Uğur Mumcu, bu karanlık yapıları sorguladı, aydınlık bir Türkiye için sesini yükseltti ve hakikatin peşinden gitti. Güçlülerin karşısında dimdik durarak, halkın bilmesi gerekenleri yazıyordu. Onun ölümünden sonra ise ne yazık ki, ülke, bu sesin susturulmasının ağır bedelini ödemeye devam etti.
Uğur Mumcu’nun katledilmesinin ardından yaşanan sürecin tamamı, Türkiye’deki adaletin ne kadar eksik olduğunu ve güç sahiplerinin halkın haklarını nasıl hiçe saydığına dair derin bir eleştiridir. Devlet, Uğur Mumcu’nun katillerini bulmak için hiçbir çaba sarf etmediği gibi, halkın umudunu kıracak adımlar attı. Suikast, sadece bir gazetecinin öldürülmesi değildi, aynı zamanda Türkiye’nin özgürlük mücadelesine, hakikat arayışına ve adalet talebine yönelik yapılan bir cinayetti. O zamanlar “devletin namus borcu” olduğu söylenen cinayetin çözülmesi, yıllar geçtikçe unutuldu ve üzeri örtüldü.
Türkiye’de aydınlık yüzler susturuluyor, fikirler boğuluyor, her geçen gün gerçekleri söyleyen gazeteciler tehdit ediliyor ve katlediliyor. Her gün bir değerin yasını yaşıyoruz. Türkiye’nin ne kadar karanlık bir geçmişe sahip olduğunu biliyoruz ve bu karanlık yapıları ortaya çıkarmaya çalışan her birey nasıl hedef alınıyor görüyoruz. Örnekler vermeme gerek yok, her gün yaşıyoruz. Türkiye, her geçen gün daha da geriye doğru sürüklenirken, Uğur Mumcu gibi seslerin, sadece susturulmakla kalmayıp, anılarda bile karanlıkta bırakılmak istenmesi, bu ülkenin aydınlık bir geleceğe nasıl kavuşacağına dair soruları hepimize yöneltmektedir.
Mücadelesi, bu topraklarda adaletin, özgürlüğün ve doğru bildiğimiz yolda yürümek için bize ilham verecek. Bizi her zaman doğruyu aramaya, korkusuzca sesimizi yükseltmeye ve haksızlıkları dile getirmeye çağıracak. Cesareti ve dürüstlüğü kalbimizde her zaman canlı kalacak. Onu asla unutmayacağız çünkü, onun ölümü, bu ülkenin özgürlüğüne yapılan en büyük saldırılardan biriydi. Bizler, onu ve onun gibi gerçek aydınları kalbimizde taşıyarak, hakikatin peşinden gitmeye devam edeceğiz.
Uğur Mumcu’nun ölümünün ardından, halk olarak hâlâ sormamız gereken bir soru var: Türkiye’deki bu vahşet, yalnızca bir gazetecinin susturulması mıydı yoksa, toplumun uyanmasını engellemeye yönelik bir cinayet miydi?
“Bir keskin kalem, bir kırık gözlük
Yürekli yiğitlere hatıran olsun” (Uğur’lar Olsun/Uğur Mumcu’ya Ağıt)