Elif Gamze BOZO
TBMM Başkan Vekili Gülizar Biçer Karaca ve Katip Üye Sibel Suiçmez’in, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), TİP Milletvekili Şerafettin Can Atalay hakkında verdiği hak ihlali kararını Meclis kürsüsünden okuması, siyasetin nabzını hızlandırdı. Ancak hızlanan yalnızca siyasetçilerin kalp atışları değil; demokrasinin hukukla olan bağları da bu süreçte bir kez daha sınandı, sorgulandı, hatta açıkça tehdit edildi.
Hatırlamakta fayda var: Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru sonucu verdiği kararla Atalay’ın seçilmiş bir milletvekili olarak cezaevinde tutulmasının, seçilme ve siyaset yapma hakkının ihlali olduğuna hükmetmişti. Yani en yüksek anayasal yargı organı, “Bu kişi milletvekildir” dedi. Fakat bu karar, iktidar bloğunca görmezden gelinmekle kalmadı, Meclis kürsüsünden okunması bile “hukuka aykırı bir eylem” olarak nitelendirildi.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un, AYM kararının okunmasını “yok hükmünde” ilan etmesi, bununla da yetinmeyip “hesap soracağız” demesi ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Gülizar Biçer Karaca’yı istifaya çağırması, artık sadece hukuk devleti değil, halk iradesi açısından da ciddi bir krizle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi.
Oysa bu ülkede anayasa hâlâ yürürlükte. Ve o anayasa çok net: Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Milletin temsilcileri ise seçimle gelir. Sandıkla geleni yargı kararıyla milletvekili kabul etmeyip mahkûm saymak, ardından bu karara karşı durmayı “yok hükmünde” ilan etmek… Bu söylem yalnızca Anayasa Mahkemesi’ne değil, doğrudan millete söylenmiş bir sözdür.
Bu noktada yapılması gereken; Karaca ve Suiçmez’in duruşunu sorgulamak değil, onların kürsüde okudukları anayasal gerçekliğe ne kadar yabancılaştığımızı sorgulamaktır. Çünkü ortada hukuka aykırı bir tutum varsa, bu tutum Anayasa Mahkemesi kararını okumak değil, o kararı yok saymaktır.
Toplumun geniş kesimlerinden gelen tepkiler de bu yönde oldu. Yapılan açıklamalarda “Yok hükmünde olan, Anayasa Mahkemesi kararının okunması değil; bu karara rağmen bir milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesidir. Halkın iradesine, millet egemenliğine parmak sallayanlar asıl yok hükmündedir” denildi. Bu ifadeler, yalnızca bir siyasi çıkış değil, aslında bir demokratik uyarıdır. Sessiz kalınırsa sıranın kimlere gelebileceğinin göstergesidir.
Bu tartışma, yalnızca Can Atalay ya da iki kadın milletvekilinin şahsında yaşanmıyor. Aslında konu, bir anayasa mı var, yoksa sadece kağıt üzerinde mi sorusuyla ilgilidir. Bu bir “hukukun üstünlüğü” meselesi değil artık; bu, “hukuk var mı?” sorusudur.
Ve evet, bugün bu ülkede milletin vekili, millet adına karar veren mahkemeye sahip çıkıyorsa; susturulmaya çalışılsa da o ses yankı bulur. Çünkü egemenliğin sahibi susturulamaz.
Unutmayalım: Sandık, yalnızca bir seçim aracı değil; halkın iradesinin tecelli ettiği bir kürsüdür. O kürsüde, halk adına konuşanlar “yok hükmünde” ilan ediliyorsa, artık sadece bir kişi değil, bir rejim tartışması yaşanıyordur.
Ve bu tartışmada taraf olmak, yalnızca siyasi değil; vicdani bir sorumluluktur.